Diğer Yazıları

Bir röportaj…

FARUK NAFİZ BEY’LE

Hamit Macit Selekler

Hep Gençlik, Sayı:3, Sayfa: 44-46, Mayıs,1930.

Şairi bu mülakat için ziyaret ettiğim vakit henüz sabahtı. Mültefit karşıladı ve “Yalnız mı geldiniz?” diye sordu. “Şimdi (Ahmet) Muhip te gelecek” dedim. “O halde, dedi, biraz başka şeylerden konuşalım” ve dolaşmaya başladı. Kısa bir sükût ânı… Bu an ben, ilk yaprağında, Faruk’un sanatına ve sanatkârlığına hayranlığını ifade eden ve ince bir el yazısıyla yazılmış iki satır bulunan bir şiir kitabını karıştırıyorum. Şükufe Nihal Hanımefendinin “Gayya”sı. Bu kitap şairin kıymet verdiği eserlerindendir ve zannediyorum, bir tarafına bir çizgi çekilmiş şu dört mısra en çok beğendiği bir parçadır:

Ay ışık verdi koya

Kıyılar oya oya

Rüya gibi kayboldun

Görmedim doya doya

Faruk Nafiz bey, yıllardır Türk Edebiyatında yegane ve bütün memlekette en çok sevilen bir şairdir. Onu şahsen tanımayanlar genç, zinde ve mustarip bir çehre olarak tahayyül eder. Uzunca boyu üzerindeki kumral başı, dalgalı saçları, kırışıklıkları bol alnı ile, parlak ve siyah gözleri ve biçimli yüzüyle o, bu tahayyül edilen simaya belki de yakındır.

Elimdeki kitabı masanın üzerine bırakırken bir deste kağıt aldım ve “Tabii ilk suali biliyorsunuz değil mi?” diye sordum. O sanat hakkındaki mütalâalarını söylemeye başladı:

“Sanat dimağdan kalbe, vücuttan ruha, dıştan içe sirayet eden bir ürperiştir. Harici âlemin tesiri altında bizi saran heyecana sanat deriz. İlk insanlara sanatı telkin eden tabiat oldu. Nasıl kuvvetli bir rüzgar ilk önce denizin sathını çatlatır, ondan sonra derinliklerini karıştırırsa, bizde de hasılolan heyecanın mutlaka hariçte bir müessirini görürüz. Bu gün yalnız tabiatı söyleyen sanat devrinden uzağız.

Bugün bize tabiattan başka tesir eden yeni amiller var. İnsan, bu amillerin tesiri altında hareket etmek mecburiyetini duyarsa bu asrın sanatkârı olur. Bir zaman yalnız tabiattan müteessir olan ruh, etrafında harekete gelen yegâne unsur olarak tabiatı görüyordu. Bugün bu harekete cemiyetin hareketi de karışmıştır.

Sanatkâr niçin eser vücuda getirir, onu eser yapmağa sevk eden kuvvet nedir? Bunu tahlil ettiğimiz zaman sanatın gayesini daha açık bir surette anlamış oluruz. Sülli-Prüdom, Musset’ye tahsis ettiği bir manzumede diyor ki: “Sen hayatı kendinden ibaret sandın ve umumi ıstıraba kendi dertlerini tercih ettin. Açlar, mustaripler ve hastalarla dolu bir muhit içinde kendini yapayalnız buldun. Eğer sende büyük bir deha tasavvur etmemiş olsaydım sana alçak derdim”. Biz şairin bu fikrine iştirak ederiz ve deriz ki sanat eserleri etraflı ve sürekli tesirlerin altında vücuda gelmelidir. Sanatkârı eser yapmağa sevk eden ihtiyaç, kendi düşünce ve duygularını muhitine anlatmak arzusundan doğuyor. Eğer o yalnız kendi kendine düşünse ve kendi kendine duysaydı eserini teşhir etmeye hacet görmezdi: Abdülhamit’in marangozluğu ve Alexandre Dumas’nın aşçılığı gibi. Şu halde bu eserle karşılaşan insanlar da onda kendilerini ve yahut kendilerinin temas ettiği muhiti ve o muhitin tesirlerini görmek isterler. Nasıl yabancı bir adamın şahsi ve hususi bir düşüncesi bizi alakadar etmezse, hayatı kendi dertlerinden ibaret sanan bir sanatkârın eseri de biz de aynı hissi uyandırır. Sanatkâr cemiyetin ifadesi olmalıdır. Ara sıra geçici bir heyecan altında devamlı bir hayata mazhar olacak eser vücuda getirmek isteyenler de devamsız bir akıbete uğrarlar.

Bizim bir günlük teessürümüzden doğan bir esere bir günden fazla hayat tasavvur etmek mümkün müdür? Gerek şahsi gerek süreksiz heyecanların layemut (ölümsüz) bir eser bırakacağından şüphe etmelidir…“Sanat sanat içindir”, “sanat müfit (yararlı) olmalıdır”, “sanatın gayesi ahlaktır” gibi asırlarca devam eden münakaşaların önü alınmak zamanı geldiğine kailim(inanmış). Asırlardan beri ve zamanımıza kadar intikal eden eserler bize bu hususta kati bir kanaat verecek kadar çoktur. Yaşayan eserler hangileridir ve bunların hala yaşamalarına sebep olan nelerdir? Bunu anladıktan sonra yukardaki muhtelif nazariyelerin hangisini iltizam etmekliğimiz icap ettiğini görürüz.

Büyük isimler eserleri ile cemiyete büyük tesirleri olan insanlardır. İki muasır ve büyük şahsiyeti karşılaştırırsak, bunlardan faydalı olanının daha çok takdir edildiğini görürüz. Lamartine ve Hugo muasırdı. Bugün ikincisinin şöhreti karşısında birincisi bir gölge halinde yaşıyor. Aynı yenilik mektebinin iki kıymetli unsuru olan Cenap’ (Şahabettin) la (Tevfik) Fikret’i ele alır ve birbiriyle mukayese edersek görürüz ki Cenap, Fikret’ten ne sanat, ne değer ve ne de zevk itibariyle noksan değildir. Bunların ilk eserleri karşılaştırıldığı zaman görülür ki birincisi, ikincisinden kat kat faik meziyetleri arz ediyor. Bununla beraber yaşayan Cenap’tan ziyade Fikret’tir. Çünkü o, daha ziyade etrafını dinlemeye ve etrafındakilerin ıstırabını duymaya muvaffak olmuştur. Okuyan, eserde kendisini buluyor ve seviyor. Sanatın yalnız sanat için olduğunu göstermeyen böyle pek çok misal bulabiliriz. Buna karşı belki bir iki isim zikredecekler olabilir. Fakat sanatın cemiyet için ve cemiyete müfit olmak için yarattığı eserler karşısında bunların hükmü nedir? Sanatın faydalı olması hakkındaki telakki asırlardan bugüne kadar çağlaya çağlaya gelen öyle bir akıntıdır ki, buna karşı kürek çekenler sandallarını ancak bir karış ileriye götürebilirler ve bu hakikatın belagati karşısında ağzını açanlar ancak kekelerler. Klasiklerin yaşamasında müessiri, Guyot’nun bir cümlesinde bulabiliriz: “Heyecanların en yükseği ahlaki olanıdır”. On yedinci asrın bir mütefekkiri diyor ki. “Kalemini hayra vakfetmeyen sanatkâr muzır bir mahluktur.” Sanatı yalnız kendi zevkine münhasır telakki eden kimse bir hodbin gibi sevilmez ve sanatta faydalı olmayı kabul etmeyen insan da cemiyete fenalığı dokunan bir şerir gibi iyi gözle görülmez. Ben, kendi hesabıma, sanatkârı ancak bu zaviyeden rüyet (ele alma,inceleme) ederim.”

“Demek sizce, sanatkâr…,

“Hepsini söyleyeceğim… Sanatkâr yerde durduğu halde gözleri semaya bakan bir düşünce ve his timsalidir. Burada yer realitenin, sema da idealin remzidir. Yalnız hakikatle meşbu olan insan gibi kendini yalnız hayale vermiş olan da tam ve olgun sayılmaz. O, hakikatle hayal arasında yürüyen ve hakiki alemi hayali cennette görmeye çalışan biridir. Şeniyetle mefkureyi birleştiren bu bağ, hakiki sanatkârdır. Bu itibarla muhit ondan çok faydalı vazife bekler. Bizde eserlerin yaşamamasında ve sanatkârın benimsenmemesinde saik bu noktanın tavazzuh etmemesidir. Gençler sanıyorlar ki eserde aranılacak unsur ne şekilde olursa olsun bir heyecandır ve bu sebeple bir mecmua eseri ile bir gazete havadisi aynı ömre sahip oluyor. Sanatkâr “yeni bir ses” ten ziyade ölmez bir seda bırakan insandır. Yenilik ancak bir devre göre yeni sayılır ve gelecek devirler o yeniliği kendi tekamülü içinde boğmuş olurlar. Zamanına göre yeni sayılan ve yalnız bu meziyetinden dolayı beğenilen bir çok eser nihayet o yeniliğini bir kadın modası gibi kaybetmeye mahkumdur. Eser tanımıyoruz ki ancak yeni bir sese malik olduğu için yaşamak hakkını kazansın.”

“Bizde sanatın baş kısmı şiir, ayak tarafı tenkittir. Bizde birçok tecrübelerden sonra edebiyatın hiçbir şubesinde muvaffak olamayanlar, nihayet işi bu vadiye döküyorlar ve eser yazamadıkları için yazılmış eser üzerinde hayat bulmaya çalışıyorlar. Bunların içinde belki okumuş, yazmış olanları var. Fakat usulsüz, tasnifsiz karmakarışık bir tetebbu (araştırıp öğrenme)kendilerini her kanaatten uzak, ne söylediğini bilmez ve kendi tabirlerince

“sözlerinin mesuliyetini kabul etmez” bir hale getirir.Halbuki sözlerinin mesuliyetini kabul etmeyenlere verilecek ismi pek alâ bilirsiniz. Ara sıra divane rolüne çıkmış birçok budalalarla karşılaşıyoruz ki garip evza (haller) ve etvarının (davranışlar) kendilerine verdiği eziyet ve zahmetten başka gösterdikleri manzara kirpiklerimizin ucunda bir sıklet(ağırlık, sıkıntı) gibi duruyor. Münekkidin asıl manası bizde, istidatsız demektir. Ve hiçbir işe yaramayanlar, ehliyetsizliklerinin acısını tenkitlerle çıkarmaya çalışırlar. Her nedense münekkit denince hatırıma tahtakurusu gelir. Bunlar ciltler dolusu methiye yazdıkları zaman bir eseri yaşatmak kudretine malik olmadıkları gibi, sütunlar dolusu hicivleriyle hiçbir şöhreti yerinden kımıldatamazlar, o kadar âciz ve değersizdirler. ( Abdülhak) Hamid’i taşlarlar, Fikret’e tecavüz ederler, Mehmet Emin’i yumruklarlar ve bütün bu beyhude mesaiden nihayet kollarının yorgunluğu ve ellerinin parça parça kanı, yanlarına kâr kalır. Yazı ile uğraşan bir adama “münekkit” dedikleri zaman, ağır bir söz söylenmiş gibi, hakaret davası açmak hakkıdır! Halbuki hakiki tenkit bu mudur? Münekkit böyle midir? Nerede yeni bir devr açacak tenkitler ve nerde eski bir mektebi devirecek münekkitler? Şuursuz gevezeler elinde tenkit, meyhaneye düşmüş mektep çocuğuna benzedi! Bunu islah için edebiyatın bütün dâhileri yetişmez.” 

“ Divan edebiyatı içinde en yüksek eser, Gazi Giray’ın gazelidir ve ben onu, bütün bir devrin külliyatından daha değerli bulurum. Kahramanlık önünde cildimizden etimize geçmeyen arzuların ne kadar ehemmiyetsiz kaldığını Divan edebiyatında kudretle ifade eden yegane odur. Fuzuli’de sürekli bir derdin muhtelif tarzda edaları var. Onu bir nevi ıstırap çeken ve bir nevi mustariplerin sesini şiirde toplayan sanatkâr diye, Nedim’i de bütün ömrünce devam eden yekpare bir hazzı bize kadar nakletmiş diye severim. Sonra iki kişi daha: Naili ve Şeyh Galip… Tanzimattan sonraki devre gelince bunun hakkındaki sözlerimi daha evvel bir iki defa söylemiştim.” 

Bir çeviri…

İKİLİK (*)

Paul Géraldy’den

Sen “benim piyanom, benim güllerim

Senin kitapların, senin köpeğin.”

Diye söylüyorsun, sevgilim niçin?

Bakışların iki ışıktan damla..

Gün olur dersin ki: “ kendi paramla

Bunları kendime almak isterim.      

Nem varsa senindir. Bu böyle iken

Neden bu çarpışma, bu sözlerdeki:

Benimki, seninki, seninki benimki.

Sevseydin sen eğer beni derinden:

O zaman “kitaplar ve köpek” derdin.

 “Bizim güllerimiz” diye söylerdin.

                 Çeviren Hamit Macit Selekler

(*)Şairin “Sen ve Ben” isimli şiir kitabındaki “Dualisme” adlı şiirin tercümesidir.

Bir görüş:

ŞİİR ÖLÜYOR MU ?

Ulus (Gazetesi)’un Edebi Anketi Münasebetiyle

Hamit Macit Selekler

Varlık,  Cilt:5, Sayı:110, Sayfa:594-595, (01.Şubat 1938).

Şiir ölüyor mu? Diyorlar. İşitmedim. İnsan yaşadıkça, insanın bir meçhulü, bir meselesi, bir ıstırabı var oldukça şiir yaşayacaktır.

Ancak şiir her halde eski sihirini kaybetmiş bulunuyor, sanırım. Şiir bilindiği üzere sihirle başlamış. İlk şair aynı zamanda din adamı, sahir imiş. Kuvvetini meçhulden, mukaddesten alan şiirin o zamanki değerinde bir hususiyet bulunacağı şüphesizdi.

Çok daha mesut, müreffeh insanlar, ihtimal ki şiiri bir lüks telakki ederek sarayların mutena köşelerinde, sofralarında şaire yer vermişler.

Muztaripler ise şiirden teselli ummuşlar.

Şiirin muztaripler için en iyi teselli membaı olduğu yoktur. Şarktan, garptan istilâlara, siyasi herc ü merçlere sahne olan bir vakitlerin Anadolu’sundaki şiiri, muztariplerin şiirini okuyabilirsiniz.

Ondokuzuncu asırda şiirin münevverler arasındaki itibarını biliyoruz.

Şimdi yirminci asır, birinci yarısını sürüyor. Bu asrın sayısı bilinen senelerinin hadisatı ile, geçen ondokuz asrın hadiseleri nisbet kabul etmiyor. Zaman çok değişti. İnsan, kendini makineye kaptırdı; azim bir velvelenin içine düştü.

Zamana, mesafeye hükmetmek ister ve ve hükmederken, maddeye ram oldu.

Başı gündelik olayların türlü hırslarıyla doldu.

Çocukluk geceleri uykusuz, uykuları rüyasız, rüyaları huzursuzdu.

O halde bu günün insanı muzdariptir, diyeceğiz, evet öyledir.

Şiirden neden teselli ummadığını da sorabilirsiniz.

Istarıbıyla bile baş başa kalamadığından.. Tatmin edilemediğinden ve galiba asıl sebep; eski kıymet ölçülerini, kıymet hükümlerini kaybettiğinden.. Birçoklarının, geçen asırdan beri bazan şiir üzerinde nazariyeler kurduğu, bazan şiiri, ilmin usulleriyle izaha kalkıştığı görülmüştür. Yeni kıymet ölçüleri bulmak isteğiyle olacak şiire, maksatlar izafe edilmiştir. Şiir, bizzat gaye iken, belli bir gayenin vasıtası yapılmak istenmiştir. Belki şiirin bütün tarihinde bunlar vardır.

Fakat bu hiçbir devirde zamanımızdaki kadar revaç bulmamış olacaktır. Şiirin, mesela bir duvar ilanı, siyasi bir parti beyannamesi olmadığını anlatamadığınız muhataplara çok tesadüf edersiniz.

Biz, bugün her hangi bir müessesenin hasbiliğini anlayamıyoruz. Şiirden bile maddi manasıyla fayda umuyoruz. Halbuki, şiir için fayda düşünülecekse, onun faydası hasbiliğindedir.

Aksi düşünce tehlikelidir.

Her şeyden fayda uman insandan o asil nefis feragat beklenemez.

İdealist faydayı değil, ülküsünü düşünür.

Şiir söylüyorum diyorlar? Bana söylemediler. Fakat bugünün şiirsizliğini söyleyenler, şiire maksatlar izafe edilmesi, maddenin ruha hakimiyeti, hasbinin yerine faydanın gelişi, günlük ıstırapların mahiyeti, şiirin hali üzerinde düşünerek bu hükmü vermiş olacaklardır.

Fakat insan böyle muzdarip bulundukça, yeni zamanların şairi, yeni zamanların ifade tarzlarını bulmakta, vasıtalarına malik olmakta güçlük çekmeyecektir.

Hemen ilave ediyorum; o şair sürrealist olmayacaktır.

 Eski Sahir şairin, mukaddesten kuvvet almasına mukabil yeni şair cemiyetin okyanusu içinde, iktidara malik ferdiyetiyle kıymetlenecektir.

Kollektif bir eser olarak şiir, iptidai devirlerin mahsülüdür.

Bugünün şiiri ferdin eseridir.

Ancak bugünkü cemiyetin içinde erimemek, ferdiyetini koruyabilmek müşküldür. Bugünün dünden çok ileri olduğu muhakkaktır.

Cemiyetin öbür müesseseleri arasında şiirin geride kaldığını ortaya atmaya imkan yoktur. Fakat arz ettiğim müşkülden dolayı şiir dünyasının bugünkü sahipleri olarak sayılan isimler, geçen asırların isimleri arasında azalmaktadır.

Şu da var. Şiirin ifade vasıtası lisandır. Lisanın kelimeleri ne kadar çok olursa olsun bir hududu var. Yeni zamanın şairi ekseriya eline aldığı bu kelimelerin türlü kalıplar içinde çok kullanılmış, yıpratılmış olduğunu görüyor. Onu yenilemek için çok çalışıyor. Çalışmayanın eserine ise kıymet verilemiyor.

Memleket çerçevesi içinde bu mevzuu ele alırsak, bir ölüm manzarası değil, bir hasta görürüz. Bana öyle geliyor.

Hastanın nöbeti, hastalığın sair arazı yok. Ancak o, gıdasız kaldığından zayıf ve kansızdır.

Sesi muayyen perdelerden fazla yükselemiyor, sözleri bir sayıklamaya pek benziyor. Ekseri dediği anlaşılamıyor. Yahut eskiden işittiklerini tekrar ediyor.

Ona güneş, açık hava, geniş ufuklar lazımdır. Hasta ancak, “suralimentation” ile şifa bulabilecektir.

Bu besiye çekilme, dünya kültürüyle çok sıkı bir temas ve münasebet tesis olunarak ve temas devam ettirilerek mümkün olabilecektir. Burada iki istirdat yapmadan geçemeyeceğim.

Birincisi:Tercümemeselesi. Tercüme için çok şeyler söylenmiştir.

Goethe’nin, Faust’un Fransızca mütercimine yazdığı şu sözler bu bakımdan ne kadar manalıdır:

Geçen gün kırda, birkaç çiçek topladım, düşüne düşüne evime getiriyordum. Yanan parmaklarım arasında kuruyan zavallı çiçeklerin tüveyçleri, yolda eğik duruyordu. Evde su dolu bir vazoya koydum, ne ani tebeddül(değişme); işte öyle oldu ki, çiçekler hala ana toprağında sanılabilirdi.

Şiirimin yabancı bir lisan konuştuğunu biraz evvel işitince bana gene öyle geldi.”

Goethe bu yazıları ile Fransız mütercimi takdir ediyordu.

Acaba bizde kaç mütercim kopardıkları çiçekleri hala ana toprağında gibi canlı ve yeşil tutabiliyor. Şiir için diyorum, hiç biri.

İkincisi: Bu hasta halin dün de var olduğudur.

Eski, bütün ananesiyle göçtükten sonra, onu taltif eden şiir nesilleri, yeni girdikleri yolda kafi  miktarda mücehhez değildiler.

Hele bize tekaddüm edenlerin bütün mazhariyetleri aruzdan heceye geçiş zamanında bulunmuş olmaktan başka nedir?

Memleketimizde, bu meseleyi başka sebeplerden de mütalea etmek lazımdır. Siirimizin mazisi, yakın mazisi, hali bakımından…

Baki ve Fuzuli’nin yaşadığı asırlarda Mimar Sinan da yaşamıştı. Ordu Tuna’yı aşmıştı.

Enderuni Vasıf’ın yaşadığı günlerde imparatorluk inhitat (gerileme) devrini yaşıyordu. Divan şiiri, ancak imparatorlukla doğmuş, büyümüş, parlamış ve sönmüştür.

Bu sebeple o şiiri bu günkü şair, yalnız okur, hatta seve seve okur.

Ancak bu şiir, bugünkü Türk şairinin salacağı köklere hayat verici bir usare veremeyecektir. Hatta onu, kelime oyunlarının avına takarak avlar diye korkarım.

Geçen seneki münakaşalarda kendilerine hececiler adı verilenlerin arkadaşı ve zamanının kuvvetli ve sanatkâr şairi F. N .Çamlıbel’de tesadüf olunan; “çirkin, kâfir, kahbe”deyince güzel- hak- ahlak kasdetmek, bakmadan gördüğünden, yahut görmeden baktığından bahsetmek gibi hallerde;

Gülerek şair dedin, belli; kalbim bir değil.

Çünkü dedim çektiğim bir değil, binbir değil..”

Gibi kafiye bulmalarda, kelimeci divan şiirinin meş’ur (şuurlu) bir tesirini görüyorum, diyebilirim.

Tanzimat şiiri, tanzimat hareketi gibi bir  şeydir. Siyasi tanzimat hareketini şimdi hatırlayamadığım bir kalem “İstanbulin”  ismi verilen elbiseye benzetmişti. Bir bakıma garplı, bir bakıma şarklı bir elbise. Esasen tanzimat şiirinde muhteva şiir değil, belki fikirdir.

Abdülhak Hamit, bu zamandan bize kadar intikal edip geldiği için, aralarından tecrit ediyorum.

Şu kadar ki Hamid’e yahut Namık Kemal’e beslediğim ve bana telkin edilmiş hürmet onlar hakkında daha parlak bir hüküm vermeme sebep olmuyor.

Tanzimat şiiri, bugünkü Türk şiirinin gelişmesinde amil olamaz.

Servetifünun şairleri için, zamanımızın hakiki şairi Yahya Kemal, geçen sene bir haftalık mecmuada çıkan hayatında, güzel bir söz söylüyordu: “Servetifünuncular, muasırları olan Fransız şairlerinden senelerce geride kalmışlardır. Nihayet Kırık Vazo şiirini okuyor. Onu anlıyorlardı. O şiir dahi, bugünü yetiştirecek bir vasıta değildir.”

Bu günün Türk şairi, Yahya Kemal’i okumak ve anlamak mevkiindedir.

Taklit etmeliyiz demiyorum. Onun harikulâde şiirine erebilmeliyiz. O’nun şiirinde “Kelâm” mükemmeliyete ermiştir. Bu şiirin her türlü ihtimalleri üzerinde ayrı ayrı düşünülmüştür. En ufak teferruatı bile hesap edilmiştir. Her kelimesi ve tertibi üzerinde titiz bir zevk, hassas bir kulak çırpınıp durmuştur. En uzun bir çalışma mahsulüdür. Bundan başka o’nun şiirinde “lisanından çıkan bir mükemmeliyet, saf şiir seyyalesi” vardır.

Bu günkü Türk şiirini yaratabilmek için halkı anlamak lazım geldiği söylenmiştir.

Sevmeyi, ıstırap çekmeyi, bilhassa icabında ölmeyi bilen bir halk, incelemeye değer bir mevzudur. Bu halk bazan muhteşem, bazan feci olabilen ve parlak zaferlere, acı hezimetlere sahip olan itilâflar ve ardından hicretlerle dolu bir tarihin yadigârıdır.

Bu halkta meknus bir şiir hassası var.

Fakat bu araştırmalar, bugün bir takım bayağı manzumelerin, gülünç tekerlemelerin toplanması gibi bir netice vermektedir.

Şiirde bir reform lüzumsuz olamasa gerek. Fakat hangi çerçeveler dahilinde? Bu gün bu lüzuma kani olanların tercih ettikleri şekil, daha doğrusu şekilsizlik.

Şahsen şekle ehemmiyet ve kıymet veririm. “Şiirde aranılan mükemmeliyetin zamana karşı koyacak metanet ve selâbetin (sağlamlık)ancak şekil zorluklarıyla temin edilebileceğini” söyleyenlere iltihak ediyorum.

Şiirin muhtevasının ancak “Güzel” olabileceğini sanıyorum ve güzeli bir İngiliz şairinin “Ebedi bir neşe” diye tarif ettiğini hatırlıyorum. “Ve geceleri bir de kız sevmeye başlamıştı, karşı apartmanda” gibi mısralardan anlamıyor, bunların yarının şiiri olacağını sanmıyorum.

Yeni zamanların şairi, şiirin nesre benzemek tehlikesinden korumakla, mükemmeliyeti feda etmemekle, yeni insanı tanımakla, ölümden kurtarabilecektir.

Bir kitap eleştirisi”

ÖMÜR (*)

Hamit Macit Selekler

Varlık, Cilt:11, Sayı:171, Sayfa:66-67, (15.08.1940).

Yaz aylarındayız. Güneş; güneş altında deniz, olgun başakları eğik sararmış tarlalar, sonra yeşil tarlalar, yaprakları yemyeşil parlayan portakal bahçeleri, keskin bir aydınlık bir vuzuh içindedirler. Kırlar, sıcak ve aydınlık, dağlar sıcak ve aydınlıktır.

Dünya harp içindedir. Her gün düşen tayyarelerin, batan gemilerin, yanan şehirlerin, ölenleri, isimsiz ölenlerin haberlerini alıyoruz. Her gün çırçıplak apacı hakikatle karşı karşıyayız.

Aydınlık içindeyiz. Vuzuh içindeyiz.

İnsanoğlu hakikatin bu derecesinde tahammül edemez. Yahut ben öyle sanıyorum. Şüphesiz insan yarasa değildir. Fakat uzun, sıcak gündüzlerin ötesinde serin gecelerin soluk ay ışığını beklememek elde değildir. Hakikatten sıyrılarak vahî de olsa hayallerimizle, bazan avunmak ihtiyacındayız. En çetin bir hakikatin bizi hırpaladığı saatlerde kendimizi bir hülyanın ağına kaptırdığımız olur. Ben şiiri en çok bu ânlarda ararım. O zaman aradığım şiir mânanın kuruluğundan, kekre hatta acı vuzuhtan uzak olandır.

Şiirde en yeni hamleleri anlamakta güçlük çekiyor, hatta kabul edemiyordum. İçimde yeniye karşı susuzluk vardı. Genç bir şairin nezaketi taşrada bulunan bana bir küçük şiir kitabı kazandırdı: Ömür. Kitabı elime aldığım zaman ihtiyarsız, “Derdimiz ömrümüzden efsundur” dedim. Halit Asım’ı tanırım, muztariptir. Çocuk yaşından umulmayacak bir iç âlemi ile, şiire, okuma-yazma öğrenirken başlamıştır; denilse mübalağa olmaz.

 Şair, zarif, intizamı seven, titiz; iyi ve güzel mazrufun, iyi ve güzel zarf içinde bulunacağını bilen insandır. Kitap, Halit’in bunu bildiğini gösterecek mükemmeliyette basılmak arzusu ile hazırlanmıştır. Mısralar intizam içindedir. Daha idrakimizden gözlerimizi rahatsız eden dağınık, uzunlu kısalı, acayip mânalı mısralara burada tesadüf olunmaz. Bu eser karşısında tenkit kapısında söylenecek eski bir kelime vardır: Rekîk (dili tutuk)…Bana bu hükmü mısra başlarında görmekten çokluk nefret ettiğim ve’ler, ki’ler mi söyletiyor, bilmem. Şair, zamanla bu rekaketi duyacak, giderecek kabiliyette istidattadır. Eskiden “Gün doğmadan meşiymeyi şebden neler doğar” derlerdi. Eseri okuduğumuz zaman “uğurlu çocuk doğacak, büyüyecek, gelişecektir” diyeceksiniz. Halit bize parlak bir istikbâl fecrini müjdeliyor. Okuyucu gerçi bazı fecirlerin kâzipliğinden (sahte) inkisara(gücenme) uğramıştır. Halit ümitlerimizi boşa çıkarmayacak.

Şair ekseriya tek bir mısraa tahammül edemeyeceği ağırlıkta kelimeler yükletmiştir. Bence bu bir kusurdur. Çünkü okuyucu, bu kadar zengin “image”lara malik olan şair kadar geniş bir hayale sahip olamaz. Bu kadar çok imajın bir araya gelişi tertipsizlikten midir, teksif etmek

(*)Halit Asım- “Ömür”- Şiirler- 48 sayfa- 25 kuruş- Yılmaz Basıevi- İstanbul, 1940.

arzusundan mıdır, takdir olunamaz. Son günlerin şiirinde “sanki tercüme mısra” diyebileceğimiz mısralara rastlıyoruz. Yabancı dilin bir mısraını kelime kelime tercüme etmiş, kelimeleri koyuvermiş duygusunu veren bu mısralarda, kelimelerin bu tertip tarzına haklı bir sebep bulamazsınız. Çünkü zamanımız şiirinin “vezin ve kafiye zarureti” yoktur. Halit’de sanki bu tercüme mısralara bir-iki defa rastladım.

Bulutlu bir gecenin ay ışığı gibi yarı-vazıh şiirler istediğim zaman elime geçen bu kitap bana aradığımı buldum zannını verdi. Sizin de maviliklere, uzak iklimlere hasretiniz varsa, çocukluğunuzu anmak istiyorsanız; kadrini bilmediğiniz ömrünüzde ümitler, hayaller varsa ve asıl mühimi, kuru mânadan, vuzuhtan kaçmak istiyorsanız “Ömür”ü samimiyetle tavsiye ederim.

Bakınız:

İçimde muhacir kuşların

Maviliklere düşmek korkusu

Bu renk, o uçsuz Okyanusların

İpek yelkenlerde uykusu…

……..

Munis nisanlarda hayatın

Altın küreklerimi ıslatsam…

……….

Yolunu unuttuğum bir ülke

Çocukluğumun altın bahçesi.

………….

Hasretidir uzak iklimlerin

Resimlerdeki bahar ve…hülya.

….

Zümrüt mesafelere ulaşmak.

……

Vâdet! Kadrini bilmediğim ömrüm.

…….

Sarışın hülyaların doğduğu bahçelerden

Kanatlarında ümit getirir siyah kuşlar.

Şair bir hayal şehrinde yaşıyor. Yeri hayalin dalı üstündedir. Bütün korkusu o hain davettendir.

 

Düşüncelerim esiniz!

Yakındır o hain davet…

Muradına ermek için

Hudut dışına firar et!

Seslere ses vermek için,

De ki “gelmiyor sesiniz.”

…….

Ve sen bir avuç toprağım geç kal,

Dökülmek için buzdan bağrıma…

 

Damlasın nasibim tasıma,

Dinlemesin uzlet çeşmeleri.

……..

Mor dallarında çocukluğumun,

Şarkıdan kuşlar gibi saadet.

Gelsin saz benizli yorgunluğumun,

Ümidi; toprak kokulu davet.

 

Gülleri mahzun ve şarkıları yarım dünyada Halit:

 

Açılmasın istemem gülüm,

Ve o bilinmeyen adadan,

Hayatın ötesi esmesin,

İhtiras şarkıları duyan,

Ömrüm tatlı…Ve tahayyülüm

Sen bir türkü kadar sadesin.

 

Yahut:

Her tahayyül dişi, her heves oyun,

Kalb muti, kayıtsız ve memeler hür.

Parlak kuş tüyleri ılık cenubun,

Bir kucak hararet odamda büyür.

 

Dediği zaman bana, lehinde verdiğim hüküm için deliller vermiş oluyor.

                                                                             Finike (1940)