Bir Röportaj

Bir görüş:
ŞİİR ÖLÜYOR MU ?
Ulus (Gazetesi)’un Ebedi Anketi Münasebetiyle
Hamit Macit Selekler
Varlık,  Cilt:5, Sayı:110, Sayfa:594-595, (01.Şubat 1938).
 
Şiir ölüyor mu? Diyorlar. İşitmedim. İnsan yaşadıkça, insanın bir meçhulü, bir meselesi, bir ıstırabı var oldukça şiir yaşayacaktır.
Ancak şiir her halde eski sihirini kaybetmiş bulunuyor, sanırım. Şiir bilindiği üzere sihirle başlamış. İlk şair aynı zamanda din adamı, sahir imiş. Kuvvetini meçhulden, mukaddesten alan şiirin o zamanki değerinde bir hususiyet bulunacağı şüphesizdi.
Çok daha mesut, müreffeh insanlar, ihtimal ki şiiri bir lüks telakki ederek sarayların mutena köşelerinde, sofralarında şaire yer vermişler.
Muztaripler ise şiirden teselli ummuşlar.
Şiirin muztaripler için en iyi teselli membaı olduğu yoktur. Şarktan, garptan istilâlara, siyasi herc ü merçlere sahne olan bir vakitlerin Anadolu’sundaki şiiri, muztariplerin şiirini okuyabilirsiniz.
Ondokuzuncu asırda şiirin münevverler arasındaki itibarını biliyoruz.
Şimdi yirminci asır, birinci yarısını sürüyor. Bu asrın sayısı bilinen senelerinin hadisatı ile, geçen ondokuz asrın hadiseleri nisbet kabul etmiyor. Zaman çok değişti. İnsan, kendini makineye kaptırdı; azim bir velvelenin içine düştü.
Zamana, mesafeye hükmetmek ister ve ve hükmederken, maddeye ram oldu.
Başı gündelik olayların türlü hırslarıyla doldu.
Çocukluk geceleri uykusuz, uykuları rüyasız, rüyaları huzursuzdu.
O halde bu günün insanı muzdariptir, diyeceğiz, evet öyledir.
Şiirden neden teselli ummadığını da sorabilirsiniz.
Istarıbıyla bile baş başa kalamadığından.. Tatmin edilemediğinden ve galiba asıl sebep; eski kıymet ölçülerini, kıymet hükümlerini kaybettiğinden.. Birçoklarının, geçen asırdan beri bazan şiir üzerinde nazariyeler kurduğu, bazan şiiri, ilmin usulleriyle izaha kalkıştığı görülmüştür. Yeni kıymet ölçüleri bulmak isteğiyle olacak şiire, maksatlar izafe edilmiştir. Şiir, bizzat gaye iken, belli bir gayenin vasıtası yapılmak istenmiştir. Belki şiirin bütün tarihinde bunlar vardır.
Fakat bu hiçbir devirde zamanımızdaki kadar revaç bulmamış olacaktır. Şiirin, mesela bir duvar ilanı, siyasi bir parti beyannamesi olmadığını anlatamadığınız muhataplara çok tesadüf edersiniz.
Biz, bugün her hangi bir müessesenin hasbiliğini anlayamıyoruz. Şiirden bile maddi manasıyla fayda umuyoruz. Halbuki, şiir için fayda düşünülecekse, onun faydası hasbiliğindedir.
Aksi düşünce tehlikelidir.
Her şeyden fayda uman insandan o asil nefis feragat beklenemez.
İdealist faydayı değil, ülküsünü düşünür.
Şiir söylüyorum diyorlar? Bana söylemediler. Fakat bugünün şiirsizliğini söyleyenler, şiire maksatlar izafe edilmesi, maddenin ruha hakimiyeti, hasbinin yerine faydanın gelişi, günlük ıstırapların mahiyeti, şiirin hali üzerinde düşünerek bu hükmü vermiş olacaklardır.
Fakat insan böyle muzdarip bulundukça, yeni zamanların şairi, yeni zamanların ifade tarzlarını bulmakta, vasıtalarına malik olmakta güçlük çekmeyecektir.
Hemen ilave ediyorum; o şair sürrealist olmayacaktır.
 Eski Sahir şairin, mukaddesten kuvvet almasına mukabil yeni şair cemiyetin okyanusu içinde, iktidara malik ferdiyetiyle kıymetlenecektir.
Kollektif bir eser olarak şiir, iptidai devirlerin mahsülüdür.
Bugünün şiiri ferdin eseridir.
Ancak bugünkü cemiyetin içinde erimemek, ferdiyetini koruyabilmek müşküldür. Bugünün dünden çok ileri olduğu muhakkaktır.
Cemiyetin öbür müesseseleri arasında şiirin geride kaldığını ortaya atmaya imkan yoktur. Fakat arz ettiğim müşkülden dolayı şiir dünyasının bugünkü sahipleri olarak sayılan isimler, geçen asırların isimleri arasında azalmaktadır.
Şu da var. Şiirin ifade vasıtası lisandır. Lisanın kelimeleri ne kadar çok olursa olsun bir hududu var. Yeni zamanın şairi ekseriya eline aldığı bu kelimelerin türlü kalıplar içinde çok kullanılmış, yıpratılmış olduğunu görüyor. Onu yenilemek için çok çalışıyor. Çalışmayanın eserine ise kıymet verilemiyor.
Memleket çerçevesi içinde bu mevzuu ele alırsak, bir ölüm manzarası değil, bir hasta görürüz. Bana öyle geliyor.
Hastanın nöbeti, hastalığın sair arazı yok. Ancak o, gıdasız kaldığından zayıf ve kansızdır.
Sesi muayyen perdelerden fazla yükselemiyor, sözleri bir sayıklamaya pek benziyor. Ekseri dediği anlaşılamıyor. Yahut eskiden işittiklerini tekrar ediyor.
Ona güneş, açık hava, geniş ufuklar lazımdır. Hasta ancak, “suralimentation” ile şifa bulabilecektir.
Bu besiye çekilme, dünya kültürüyle çok sıkı bir temas ve münasebet tesis olunarak ve temas devam ettirilerek mümkün olabilecektir. Burada iki istirdat yapmadan geçemeyeceğim.
Birincisi:Tercümemeselesi. Tercüme için çok şeyler söylenmiştir.
Goethe’nin, Faust’un Fransızca mütercimine yazdığı şu sözler bu bakımdan ne kadar manalıdır:
Geçen gün kırda, birkaç çiçek topladım, düşüne düşüne evime getiriyordum. Yanan parmaklarım arasında kuruyan zavallı çiçeklerin tüveyçleri, yolda eğik duruyordu. Evde su dolu bir vazoya koydum, ne ani tebeddül(değişme); işte öyle oldu ki, çiçekler hala ana toprağında sanılabilirdi.
Şiirimin yabancı bir lisan konuştuğunu biraz evvel işitince bana gene öyle geldi.”
Goethe bu yazıları ile Fransız mütercimi takdir ediyordu.
Acaba bizde kaç mütercim kopardıkları çiçekleri hala ana toprağında gibi canlı ve yeşil tutabiliyor. Şiir için diyorum, hiç biri.
İkincisi: Bu hasta halin dün de var olduğudur.
Eski, bütün ananesiyle göçtükten sonra, onu taltif eden şiir nesilleri, yeni girdikleri yolda kafi  miktarda mücehhez değildiler.
Hele bize tekaddüm edenlerin bütün mazhariyetleri aruzdan heceye geçiş zamanında bulunmuş olmaktan başka nedir?
Memleketimizde, bu meseleyi başka sebeplerden de mütalea etmek lazımdır. Siirimizin mazisi, yakın mazisi, hali bakımından…
Baki ve Fuzuli’nin yaşadığı asırlarda Mimar Sinan da yaşamıştı. Ordu Tuna’yı aşmıştı.
Enderuni Vasıf’ın yaşadığı günlerde imparatorluk inhitat (gerileme) devrini yaşıyordu. Divan şiiri, ancak imparatorlukla doğmuş, büyümüş, parlamış ve sönmüştür.
Bu sebeple o şiiri bu günkü şair, yalnız okur, hatta seve seve okur.
Ancak bu şiir, bugünkü Türk şairinin salacağı köklere hayat verici bir usare veremeyecektir. Hatta onu, kelime oyunlarının avına takarak avlar diye korkarım.
Geçen seneki münakaşalarda kendilerine hececiler adı verilenlerin arkadaşı ve zamanının kuvvetli ve sanatkâr şairi F. N .Çamlıbel’de tesadüf olunan; “çirkin, kâfir, kahbe”deyince güzel- hak- ahlak kasdetmek, bakmadan gördüğünden, yahut görmeden baktığından bahsetmek gibi hallerde;
Gülerek şair dedin, belli; kalbim bir değil.
Çünkü dedim çektiğim bir değil, binbir değil..”
Gibi kafiye bulmalarda, kelimeci divan şiirinin meş’ur (şuurlu) bir tesirini görüyorum, diyebilirim.
Tanzimat şiiri, tanzimat hareketi gibi bir  şeydir. Siyasi tanzimat hareketini şimdi hatırlayamadığım bir kalem “İstanbulin”  ismi verilen elbiseye benzetmişti. Bir bakıma garplı, bir bakıma şarklı bir elbise. Esasen tanzimat şiirinde muhteva şiir değil, belki fikirdir.
Abdülhak Hamit, bu zamandan bize kadar intikal edip geldiği için, aralarından tecrit ediyorum.
Şu kadar ki Hamid’e yahut Namık Kemal’e beslediğim ve bana telkin edilmiş hürmet onlar hakkında daha parlak bir hüküm vermeme sebep olmuyor.
Tanzimat şiiri, bugünkü Türk şiirinin gelişmesinde amil olamaz.
Servetifünun şairleri için, zamanımızın hakiki şairi Yahya Kemal, geçen sene bir haftalık mecmuada çıkan hayatında, güzel bir söz söylüyordu: “Servetifünuncular, muasırları olan Fransız şairlerinden senelerce geride kalmışlardır. Nihayet Kırık Vazo şiirini okuyor. Onu anlıyorlardı. O şiir dahi, bugünü yetiştirecek bir vasıta değildir.”
Bu günün Türk şairi, Yahya Kemal’i okumak ve anlamak mevkiindedir.
Taklit etmeliyiz demiyorum. Onun harikulâde şiirine erebilmeliyiz. O’nun şiirinde “Kelâm” mükemmeliyete ermiştir. Bu şiirin her türlü ihtimalleri üzerinde ayrı ayrı düşünülmüştür. En ufak teferruatı bile hesap edilmiştir. Her kelimesi ve tertibi üzerinde titiz bir zevk, hassas bir kulak çırpınıp durmuştur. En uzun bir çalışma mahsulüdür. Bundan başka o’nun şiirinde “lisanından çıkan bir mükemmeliyet, saf şiir seyyalesi” vardır.
Bu günkü Türk şiirini yaratabilmek için halkı anlamak lazım geldiği söylenmiştir.
Sevmeyi, ıstırap çekmeyi, bilhassa icabında ölmeyi bilen bir halk, incelemeye değer bir mevzudur. Bu halk bazan muhteşem, bazan feci olabilen ve parlak zaferlere, acı hezimetlere sahip olan itilâflar ve ardından hicretlerle dolu bir tarihin yadigârıdır.
Bu halkta meknus bir şiir hassası var.
Fakat bu araştırmalar, bugün bir takım bayağı manzumelerin, gülünç tekerlemelerin toplanması gibi bir netice vermektedir.
Şiirde bir reform lüzumsuz olamasa gerek. Fakat hangi çerçeveler dahilinde? Bu gün bu lüzuma kani olanların tercih ettikleri şekil, daha doğrusu şekilsizlik.
Şahsen şekle ehemmiyet ve kıymet veririm. “Şiirde aranılan mükemmeliyetin zamana karşı koyacak metanet ve selâbetin (sağlamlık)ancak şekil zorluklarıyla temin edilebileceğini” söyleyenlere iltihak ediyorum.
Şiirin muhtevasının ancak “Güzel” olabileceğini sanıyorum ve güzeli bir İngiliz şairinin “Ebedi bir neşe” diye tarif ettiğini hatırlıyorum. “Ve geceleri bir de kız sevmeye başlamıştı, karşı apartmanda” gibi mısralardan anlamıyor, bunların yarının şiiri olacağını sanmıyorum.
Yeni zamanların şairi, şiirin nesre benzemek tehlikesinden korumakla, mükemmeliyeti feda etmemekle, yeni insanı tanımakla, ölümden kurtarabilecektir.